Friday 17 August 2012

pencereden kar geliyor

Birkaç haftadır NG’de ya da Discovery’de, tam hatırlamıyorum, bir belgesel vardı “Border Securty” diye. Bu böyle bir havaalanı belgeseli. İşte sınır görevlileri var, yolcuların çantalarını kontrol ediyorlar. İşte ne bileyim, deklare etmediği bi muz bulsalar sorun oluyor, bi saat tartışıyorlar. Ceza kesmeye çalışıyorlar, yolcu itiraz ediyor, mevzu uzuyor falan.

Bir başka görevli başka bir taraftan, birinin Avustralya’ya iltica ettiğinden şüphelenip yolcuyu bir odaya alıyo, işte gidip süpervisor’üyle görüşüyor. Bu arada Narrator, gergin gergin, “şimdi ne olacaktı?” “sonra şöyle oldu, bilmemkim böyle dedi”, "şimdi konsolosluğu arayacak" falan diye araya giriyor. Görevliler bu modern ülkeye girmeye çalışan fakir, pis ve fırsatçı yolcuya kinayeli kinayeli sorular soruyorlar, adamın oraya gezmeye gelmediğini ima ediyorlar falan. Adam zaten kem küm ingilizce biliyor, boncuk boncuk terlerine yakın çekim yapılıyor falan. Böyle gergin, lanet, bayık bi program. Ama ben bu belgesellere bayılıyorum. Doyamıyorum izlemeye.. Neden mi?

Anlatayım :)

Yıllaaar yıllar önceydi… Üç beş cümleden ibaret  İngilizcemi geliştiricem diye pılıyı pırtıyı toplayıp İngiltereye gitmiştim. Aupair olarak iş bulmuş, bi ailenin yanına yerleşmiştim. 1,5 yıl çabucak geçecekti. Benim elimden hiçbirşey kurtulmaz, evelallah herşeyin üstesinden gelirdim. Hayatını ailesinden uzak geçirmiş, liseyi yatılı, üniversiteyi başka bi şehirde okumuş biri olarak, ecnebi bir memlekette ne kadar zorlanabilirdim ki.. 

Oradaki hayatıma gayet iyi başladım, odama yerleştim, eve alıştım, etrafı gezdim, çocukların okuluydu, yemeğiydi, bakımıydı derken günler birbirini kovaladı. Kendi okuluma başladım, ingilizceyi hızla ilerletiyor, her gece deli gibi ders çalışıyor, sözlüğü yalayıp yutuyordum. Akşamüstleri gölün etrafında koşuyor, sporumu yapıyordum. Keyfim yerindeydi. Ecnebi memleketteki yeni hayatımı iyiden iyiye de sevdiğimi düşünüyordum. Telefonla konuşmak masraflı olduğundan ailemi haftada bir kez arayabiliyor, ne kadar rahat ve iyi olduğumu anlatıyordum. Ağlamaklı sesiyle konuşan, "yavrum gurbet kuşum benim" diye ajitasyon yapan anneme “aaa çok ayıp, ne gurbeti, ben zaten sizden ayrıydım İstanbul’da, buranın ne farkı var” diye akıllar veriyordum. Arkadaşlarımla mektuplaşıyordum, fotoğraflar gönderiyordum, iyiydim, güçlüydüm..

Derken, yavaş yavaş hayat monotonlaşmaya, ilk zamanlar ilgimi çeken sokaklar, insanlar asabımı bozmaya başladı. Yanlarında kaldığım aile iyiden iyiye "very British" gelmeye başladı. Konuştuğumuz şeyler belli konulardan öteye gitmez, okuldaki arkadaşların da muhabbetleri açmaz oldu. Zaten benden kötü İngilizceleri vardı, anlaşamadıkça iyice bunaldım. Sonuçta bu soğuk, yağmurlu, lanet ülkede vaktimi, sabah çocukları okula bırakmak, ondan sonra kendi okuluma gitmek, akşam çocukları okuldan almak, aynı saatte yemek yemek, aynı cümleleri konuşup odama çıkmak, odamda her gece İngilizce çalışmak, sözlük okumak, bizimkilerin fotolarına bakıp memleketi, ailemi düşünmekle geçirir hale geldim. Yine de iyiydim, çok fazla özlemiyordum sanki, yalnızlığa alışkındım. Kuyruğu her daim dik tutuyor, yiğitliğe bok sürdürmüyordum..

Bir hafta sonu yine boş evde mal mal dolandıktan, bir iki filim izleyip ne dediklerini sökmeye çalıştıktan sonra, internette biraz dolanayım, maillerime bakayım falan diye mutfakta herkesin kullanımına açık bilgisayarı açtım. "Aile fertleri" hafta sonu için nispeten daha güneşli biyerdeki tatil evine gitmiş, beni götürmemişler, dışarda hava buz gibi, böyle hafif karlı bi yağmur yağıyo yine. Ortam karanlık, güneşi görmeyeli aylar olmuş.  


İnternetin başına oturdum. O dönem ne arkadaşlarla mailleşme adeti var ne de sosyal paylaşım sitesi. Bir iki arkadaşa mail attım, artık aylar sonra mı okurlar da cevap yazarlar Allah bilir. Tam hatırlamıyorum ama internet gazetesi bile yoktu sanırım, ki hiç girip de memleketimde ne var ne yok diye haberlere baktığımı hatırlamıyorum. Belki de vardı da bakmak benim aklıma gelmedi. Neyse, sayfadan sayfaya gezerken nerden bulduysam hatırlamıyorum, Kalan Müzik’in sitesine girmişim. Orada da yeni albümlerden bazı örnek kayıtlar var, şarkı listesi şeklinde. İşte birkaç şarkıyı dinliyorsun albüm tanıtımı hesabı ama hepsini dinleyemiyorsun. Ben de çok yeni tanımama rağmen Erkan Oğur’u çok seviyorum. Aaa baktım Erkan Oğur’un yeni albüm şarkıları var listede, sevindirik oldum. Birine tıklayayım dedim.

Ve birden bire muazzam bir bağlama solo başladı... Böyle eridim bittim bir anda. Uzun uzun çalıyor, döktürüyor, çok değişk bi ezgi. Sesi de iyice açtım offff, ne muhteşem bir müzik, ne harika bi tını, hiçbir şarkıya türküye benzemiyo melodisi de. Bu arada şarkının sözleri bir türlü girmiyor, herhalde sözsüz "enstürümantal" bu diye düşünüyorum :)

Derken, o olmaz olası Erkan Oğur herifi, o incecik, o acıklı, o insanın içini ezen sesiyle, anadolunun bağrından bir türküye girmesin mi?

Pencereden kar geliyor aman annem, Gurbet bana zor geliyor aman annem, Gurbet bana zor geliyor…..
Ben öleyim…..

Bir an orda felç geçirdiğimi zannettim. Beynimden, saç diplerimden başlayan ılık ılık bir sızlama hızla gözlerime doğru ilerledi. Bir yandan da midemden kocaman bir yumruk boğazıma doğru yükselmeye başladı. Kirpiklerim donup kaldı. Boşluğa sabitlenmiş gözlerim cayır cayır yanmaya, burnumun direği de elektrik veriliyormuş gibi titremeye başladı. Boğazıma kadar yükselen yumruk da, tam geldi gırtlağımın orta yerine lönk diye oturdu. Bütün bunlar herhalde bi 5-6 saniye falan sürdü. Ama sanki saatler geçti..

Mal mal boşluğa bakıp, yutkunamadan, nefes almadan bir süre oturduktan sonra, (olmaz olası türkü yankılanmaya devam ediyor bu arada) “bu nasıl zalim yaraymış, beni senden ayırdılar, aman annem beni senden ayırdılar aman annem, ben öleyim…” mısralarının ardından, birden bire bir hönkürme, bir anırma, bir böğürme ile birlikte, gözlerimden yağmur gibi yaşlar fışkırmaya başladı. Ama ne ağlamak. O ruhsuz memleket böyle ajitasyon görmemiştir. O bomboş evde belki saatlerce eşşek gibi anırarak ağladım.

Ne kekliğim vardı ne bişey ama, "kekliğimi doyurdular, bacağını ayırdılar", dizelerinde bile hönkürdüm :)

Türkü bitti ben bi daha tıkladım, o bitti ben yine çaldım.. Hem dinledim hem ağladım, hem ağladım hem anırdım, “annneeeeaaaooouuu, babaaooouuuuuu” diye böğürdüm..

Ne dik duran bi kuyruk kaldı ne de bok sürülmemiş yiğitlik. Ailemi, sevdiklerimi ne kadar özlediğimi, o "el" memlekette, o mesafeli, protokollü ailenin o bomboş evinde ne kadar yalnız olduğumu bi anda anladım. Aylardır “ingilizce öğrenecem benim bi amacım var” diye kasa kasa taşa dönmüş vicudumun, beynimin ne kadar yorulduğunu idrak ettim. Artık ipin ucu kaçtı zaten koyverdim gitti. J

Merak edenler dinlesin.  http://www.youtube.com/watch?v=exKLbNtwwr4

Sonra ne mi oldu, memlekete dönmeme daha iki ay vardı ama, ben türkülü ajitasyonum biter bitmez odama koşup valizimi topladım. Bir kaç hafta toplu valizin içinden tek tek kıyafet çıkarıp giyinmek suretiyle yaşadım. Biletimi de daha erkene aldım. Bir sabah Sarah’a, “ben eve daha erken gitmeye karar verdim, ailemi çok özledim” dedim. O da donuk donuk suratıma baktı, hiç oralı olmadan, “ama daha bilmemkaç hafta var gitmene” dedi. Ben de titreyen bi sesle "evet biliyorum ama ben gidiyorum, çok özledim gitmek istiyorum” diye İngilizce çemkirdim. Kadın bişey diyemedi, öyle mel mel baktı, bakıştık. “Peki ne zaman gitmek istiyorsun” dedi, ben de “yarın” dedim. Kadın daha da bi dondu. Biraz daha bakıştık. En sonunda o çemçük Biritish ağzını yamultarak “OK” dedi ve gözlerini bayılttı.

Ben de içimden “kodumunun çemçük ağızlı donuk Raziyesi” dedim. Koşarak odama çıkıp haftalardır hazır duran valizime henüz tıkmadığım bir iki pılıpırtıyı da tıkarak hazırlığımı tamamladım.  


Ertesi gün 16:00'da olan uçağım için, havaalanına sabahın köründe gidip bütün gün ordan oraya dolandım. Heatrow'un girip çıkmadığım yeri kalmadı. Okumadığım tabela, reklam panosu kalmadı. Geleni gideni izledim, memurları takip ettim. Doyaa doyaa içime çektim ortamı. Gidişimin tadını çıkardım. Eve dönücem diye sevinçle vakit geçirdiğim için o havaalanı bana cennetten bi yer gibi geldi.

Havaalanlarına olan sevgim de, havaalanı belgesellerine olan düşkünlüğüm de o gün başladı.
Hatta Cnbc-e’de yıllar önce “Airport” diye bi belgesel yayınlandı, hem de Heatrow belgeseli. O da en sevdiğim program oldu yıllarca. 

Herkese ailesiyle sevdikleriyle geçireceği nice bayramlar, mutlu kavuşmalar dilerim.

Siz siz olun, çok özlediğinizi kendinize itiraf etmemezlik etmeyin, "ben yalnız da yaşarım bana komaz" demeyin, çok pis koyuyor..



Monday 6 August 2012

Savaş Öldürür !

Sevgili arkadaşım Deli Pelüze, yakından takip ettiğim blog'unda yine tek kelimesine dokunmadan altına imzamı atacağım bir yazı kaleme aldı.

Dünyada gelmiş geçmiş tüm savaşların, koca bir hiç uğruna yaşandığını ve insanlığa, tüm canlılara acıdan başka hiçbirşey vermeyip, sadece bir takım güçlerin çıkarına hizmet ettiğini düşünen, silahtan, şiddetten, ırkçılıktan nefret eden biri olarak, Deli Pelüze'nin bu yazısını blogumda yayınlamazsam rahat uyuyamam.

.........
"Bazı günler insan yaşadığından utanır"
İşte bu da o günlerden biri. Oh çok şükür yaşıyorum, hayattayım diye sevinemediğin, huzur bulamadığın günlerden biri daha. Yine gencecik çocuklar "ne uğruna" olduğunu dahi artık bilmediğimiz bir dalaşta kurban gitti.
Hayat çok adaletsiz.
Daha anne rahmine düştüğümüz an itibariyle dünyadaki yerimiz ve konumumuz büyük ölçüde belirleniyor. Güzel mi çirkin mi olacağımız, varsıl mı yoksul mu olacağımız, eğitimli mi cahil mi kalacağımız, egemen çoğunluğa mı, hor görülen azınlığa mı mensup olacağımız gibi aslında hayatımızı temelden etkileyen birçok özellik biz üstünde hiçbir tercihte bulunamadan, seçme hakkımız dahi olamadan kodlarımıza yazılıyor ve öyle geliyoruz dünyaya.
İşte bu adaletsizliği azaltmak, her insana olabildiği kadar eşit fırsat verebilmek için modern toplumda "sosyal devlet" kavramı ortaya çıktı. Parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti gibi en temel konularda minimum bir standardın bütün vatandaşlara sağlanabilmesi önkoşul olarak düşünüldü, planlandı. Her sistemin aksayan tarafları mutlaka var, idealize edilen günümüz "sosyal devletlerinde" de bildiğimiz bilmediğimiz nice sorun vardır ancak ortalama algı temel haklardaki eşitlik vurgusunun baskın olmasıdır.
Peki kendisi de bir sosyal devlet olma iddiasındaki ülkemizde durum nedir acaba?
..................

"Bazı günler insan yaşadığından utanır" başlıklı bu yazının tamamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://delipeluze.blogspot.com/2012/08/baz-gunler-insan-yasadgndan-utanr.html


SAVAŞ ÖLDÜRÜR!

Ben herhangi bir insanın, milletin, ülkenin, toprağın, bir başkasından daha yüce ve değerli olduğuna inanmıyor ve bunlar gerekçe gösterilerek yapılan tüm eylemleri reddediyorum. Nerede doğduğu, hangi ülkeye mensup olduğu, dili dini ırkı ne olursa olsun, her insanın yaşam hakkı vardır ve hiçbirşey uğruna harcanamaz, yok edilemez. 

Politikalar ve yönetimler eliyle, bile bile, aklımızın almayacağı bir takım çıkarlar, hesaplar uğruna sürdürülen bir savaşa, bu korkunç cinayete kurban giden tüm insanların, kendilerine dikte edilen "yüce bir amaç", "kutsal bir vatan" uğruna canlarını verdiklerine dair söylemler; bu insanlar bok yoluna gitmiş olmayı içlerine sindirebilsinler ve bok yoluna gitmeye gönüllü olmaya devam edebilsinler diye uydurulmuş bir saçmalıktan, evlatlarını kaybetmiş insanları gerizekalı yerine koyup, onları terbiyesizce bir pişkinlikle avutmaya çalışmaktan başka birşey değil.

SAVAŞA HAYIR!

Uğruna öleceğim bir toprak değil, korkmadan, huzurla ve doyasıya yaşayacağım bir dünya istiyorum!

Henüz çocuğum yok ama sevdiklerimin çocukları, kardeşleri, eşleri var. Ne ben, ne de sevdiklerim hiçbirşey uğruna canımızı, evladımızı vermek istemiyoruz.
Ne büyük şans ki dünyaya geldik, güzel güzel yaşayıp, sevip sevilip, öğrenip, deneyimleyip, olgunlaşıp, üretip, insanlığa, canlılara fayda sağlayıp, mutlu olup, huzur içinde, tin ton olup ecelimizle ölmek istiyoruz.

Kimse kimseyi, hayatının baharında öldürmesin!!! Çok mu zor?